Buraya apati hakim. Yaşama karşı apati. Güzele, çirkine, sanata, heyecana, tutkulara, politikaya, iktidara, haklara ve haksızlığa, sevgiye ve nefrete karşı apati. Kalbin atışını hızlandıran ya da yavaşlatan her şeye karşı apati var burada. Herhangi bir şeye ya da kimseye ne empati, ne sempati. Yalnızca apati.
Tuhaf insanlar var burada. Her gün, saatlerce bir şey yapıyorlar. Bütün yaşamlarını ele geçirmiş bu şey. Bütün gündemlerini, konularını, uğraşlarını, meraklarını yok etmiş. Kendinden başka ilgilenecek şey bırakmamış. Merak ediyorum. Yaptıkları bu şey mi apatikleştirmiş onları yoksa zaten apatik doğup apatik büyüyüp apatik yaşamaktan başka türlüsünü bilmedikleri için mi burada yaptıkları bu şeyi yapıyorlar? Bilmiyorum. Soramıyorum da onlara. Halbuki iç içeyim onlarla. Yaptıkları o tek, tuhaf şeyi ben de yapmak zorundayım. Şimdilik başka şansım olmadığı için.
Evdeyim. Bütün gün o şeyi yapmaktan geliyorum. Şehrin gittikçe artan trafiğinden sağ çıkmışım. Tam soyunup salacakken kendimi, kollarıma kadar sabunla ovalayarak yıkayacakken ellerimi, yüzümü, oradan, o tuhaf şeyden, dışarıdan, dışarıdaki hayat dedikleri o yalandan arınmaya başlayacakken, kapı çalıyor. Açıyorum. Kimse yok etrafta. Duvara dayalı, kese kağıdına sarılı bir paket var yalnızca. Şaşırıyorum. Kim bıraktı bu paketi buraya? Birkaç saniye düşündükten sonra paketi alıyorum. Tanrı misafiridir, gerektiği gibi muamele etmek gerekir. Misafirimi salonuma götürüyorum. Yavaşça soyuyorum onu. Gizi böylece açığa çıkıyor. Parlıyor, yansıyor. Ansıyorum. Bir Aloşname bu. Onu en son bir sergide görmüştüm. Ne işi var burada?
Başka bir ülkede, şehrin saklanan yüzünün özgürleştiği akşam saatleri. Bir caz kulübü. Piyano sakin, kontrabas atmosferi kuruyor, davul her vuruşta sakince topluyor notaları, dinleyeninin uzak anılarını, zaman zaman tetiklenen unutulmuş hislerini. İçkiler yudumlanıyor. Etraf loş. Onu tek başına otururken görüyorum. Bir yabancı başka bir yabancıya ne kadar güzel görünebilirse o kadar güzel görünüyor. Onu süzerken, kafasını yavaşça bana çeviriyor. İfadesini seçemesem de göz göze geliyoruz. Sanki onun için kurduğum cümlelerden haberi var.
O an, orada, ikimizin de içinde bir his yankılanıyor. Birbirimizin bilinmezliğinde kaybolmak istediğimizi düşünüyoruz. Sanki telepatiyle anlaşıyoruz. Onu evime çağırıyorum. Geleceğini söylüyor. Adını bilmiyorum. Adımı bilmiyor.
Salondayız. Başkasının evinde. Benim evim burası ama hayır, aslında değil, başkasının evi. Sanki bir rüyadayım. Hangi şehirdeyim bilmiyorum. Sene kaç unutuyorum. Saat kaç? Yarınki planım ne? Her şey önemini kaybediyor. Şu an burada olmak dışında hiçbir şey getiremiyorum aklıma. Korkuyorum. Kendimi bırakmaktan başka çarem yok. Tek kelime etmiyoruz. Misafirime hiçbir şey ikram edemiyorum çünkü mutfak neresi, hangi dolapta ne var, içkim kaldı mı, hiçbir şey hatırlayamıyorum. Sessizce oturmak ve etrafa bakışını izlemek dışında yapabileceğim hiçbir şey yok sanki. Bedeninin her bir noktasını, her bir kıvrımını, oyuklarında oluşup kaybolan bütün gölgeleri, çıkıntılarının her birinden yansıyan her bir ışık huzmesini ezberliyorum. Dokusunu hayal ediyorum. Kendimi kandırıyorum. Onu seviyorum. Seni seviyorum.
Koltuktan kalkmanı yasaklıyorum. Hoşuna gidiyor. Orada bütün gün beni bekleyeceksin. Yaşamının en büyük heyecanını eve gelmeme dakikalar kala, dakikalar sonra seni okşamaya gelmek üzere olduğumu düşünürken yaşayacaksın. Yaşamının tek ve en büyük tutkusu yapacağım kendimi. Seni yaşamımın en büyük takıntısı. Sen benden yorulacaksın ben senden. Birbirimizden bıkacağız. Nefret edeceğiz zamanla. Yaşadıkça beraber. Yine de birbirimiz olmadan yapamayacak kıvama geleceğiz günün sonunda. Korkuyorum senden. Şimdiden. Tahmin ettiğimden de çabuk ele geçirdin zihnimi.
Kendime gelmek için bir CD koyuyorum. Brad Mehldau’nun canlı solo kayıtlarının toplamı. Ancak böyle tekrar kendim olabiliyorum işte. Müzikle. Seninle yan yana, üst üste, karşılıklı otururken, zihnimi seninkiyle çiftleştirirken, burada, içeride, kendimle, seninle, kitaplarımla, o kendi dışında her şeyi yok eden tuhaf şeyden ve yaratıklardan uzakta. Her gün kendime itiraf ediyorum. Hayatımın en enerji dolu yıllarını, gençliğimi, güzelliğimi, senelerimi, çok da uzak olmadığını umduğum geleceğimi garantilemek için harcıyorum. Şu an yaptığım şey, ilerinin kendime kalabilmesi için şimdimi harcamak. Bu neredeyse her felsefede uzak durulması vaaz edilen şeydir. Ne olacağını bilemezsin. Şimdi dediğin anın hemen sonrasındaki anlar bile neredeyse tamamen belirsizdir. Zamanımı harcarken, ileride senin gibi şeylerle bir haftanın, bir yılın, hatta zamanların tamamında iç içe olabilmek için emek verirken, yolda emek zorunluluğuma giderken kaptanın bir anlık dikkatsizliğine, yandaki tırın bir anlık manevrasına ya da karşıdan gelen aracın uzunlarını açık unutmuş olmasına kurban gidebilirim. Bok yoluna gidebilirim. Bunu düşünmek bile dehşete düşürüyor beni. Bu türden ihtimallerin karşısındaki çaresizliğime sinirleniyorum. Öfkeyle doluyor içim her şeye karşı. Sana bile. Sen ve senin gibi şeyler için yaşamak istiyorum ben, ölmek değil. Kendime soruyorum o zaman. Ölmekten bu kadar korkuyorsam doğru yolda mı ilerliyorum? Bir şeyleri kaybetmekten bu kadar dehşete düşüyorsam hayatımın değerini mi bilmeliyim yoksa bir şeylere bu kadar değer vermeme doygunluğuna mı ulaşmalıyım? Benim içim bir zamanlar kapkaranlıktı. Hayata tam karışmamış insanların o iç karanlığı ve boğukluğu bende de vardı. Sıkıldım ama o karanlıktan. Bir noktada o karanlığa dair bir şeyler bana sahte gelmeye başlamıştı. Bile isteye, kendi kendine, bir yerlerden ithal edip içinde yetiştirebildiğin türden yapay ve komik bir karanlıktı o. Böyle böyle karanlığa olan inancımı kaybetmeye başladım. Aydınlığa zaten hiçbir zaman inanmadım. Günün sonunda, her şey o caz kulübündeki gibi loş görünmeye başladı gözüme. Zihnimde her köşede yanan ve sönmeyecek mumlar varmış gibi hissediyorum. Bir şeyleri seçmemi sağlıyorlar, ana hatlarıyla görebiliyorum olan biteni. Müzik var. Sen varsın. Senin gibi şeyler var hayatta. Anlam var. Anlamsın sen. Seni zihni ve elleriyle yaratan tarafından içine işlenmiş ve türdeşlerin tarafından paylaşılan anlam. Sana bakanın sende binbir türlüsünü bulduğu. İnsanı heyecanlandıran şeyler bunlar. Gerektiğinde durduran. Zamanı gelince yerinden zıplatan. Gerçek şeyler. Durum buyken ne karanlıkta kaybolabilirsin ne de aydınlıkla gözün kamaşabilir. Loş olanın geçerliliğini anlarsın. Hayatına onunla devam edersin. Diğer durumlar alakasız ve geçersizdir artık. İş işten geçmiştir.
Sana sormak istediğim bir şey var. Tanrı misafirisin, her yere ve herkese gidebilirdin, neden bana geldin? Ne için yaşadığımı bildiğimi biliyorsun. Emin olmamı mı istedin? Hayatı yaşanır kıldığına inandığım şeylere geri dönüşü olmayacak şekilde bağlı olduğumu biliyordun. Direncimi sınamaya mı geldin? Fikrim değişir mi diye görmek mi istedin? Sen ve senin gibi şeylere karşı ansızın nasıl bir takıntı geliştireceğimi kendi gözlerinle görmek mi istedin? Yaşamımdaki gerçek şeylerle yalan şeylerin, o saçma sapan vızıltılarla ayakları yere basan diyaloglar arasında o zar zor kurmaya başladığım dengeyi sarsmak mı istedin? Terazinin senden yana olan tarafının ağır basması gerektiğini biliyorum. Karşında duran şeye karşı durmak zorunda oluşundan doğan o kendinden utanma hissini, ruhunun yıkıcı tarafıyla dışavurduğunu görüyorum. Bu tarafın beni zaman zaman esir alıyor. Ne düşünsem, ne yazsam, ne söylesem bunu hissediyorum kendimde. O yıkıcılığın içimi kemiriyor, midemi kazıyor, başımı patlatacak gibi oluyor. Bağırmak istiyorum. Çığlık atmak istiyorum. Siktirip gidesim geliyor. Yazmayı bile tamamen bırakmayı düşünüyorum. Aynı şeyleri sayıklayıp duruyorum sanki. Hep aynı cümle çıkıyor ağzımdan. Zihnimde aynı düşünce belirip belirip kayboluyor. Vazgeçmek istiyorum. Diyecek başka şeyim yok mu diye merak ediyorum. Hayatta başka derdin yok mu, dön dolaş kafayı taktığın şeyler bunlar mı, hep bunlar mı, gerçekten mi, yetmedi mi, sıkılmadın mı?
Buraya apati hakim demiştim. Bu ölümden önceki duraktır. Köprüden önceki son çıkış apatiye uğramaz bile. İş işten geçmiş yani. Burada kurtarılabilecek bir şey kalmamış. Apatik olan ölümü bekler. Çevresine ve olan bitene karşı duyarsızlaşmıştır. Heyecanlanabildiği, bağlılık duyduğu, sevdiği, saydığı, nefret ettiği hiçbir şey kalmamıştır. Apatik kişinin sanki sinir uçları alınmıştır. Kaybedeceği hiçbir şey de yoktur artık. Bu saatten sonra hiçbir şey kazanamaz da. Belli bir yolu takip edebilir ancak. Kaybolamaz. Yüzündeki gülümseme ansızın ifadesizleşir, boşalır, söner. Yüzüne bakarken, zihninden bir şeylerin çekilip alındığını anlarsın. Patlayan bir yıldıza benzetirsin onu ama bilirsin ki patlayan yıldızlar artlarında güzel bir görüntü bırakırlar. Apatik kişi ölüm sonrası bu güzel görüntüden de yoksundur. Jübilesi yoktur. Arkasından “iyi bilirdik” denir. Belki gerçekten iyidir de. Ama bu iyiliğin bağlandığı kendinden daha büyük bir iyilik yoktur. Onun iyiliği idealinden mahrumdur.
Buradaki insanlar ölümü bekliyorlar. Yaşamıyorlar. Ölü de değiller işte. Ölmeden önce olmasını bekledikleri o hepimizin malumu şeyleri beklemelerinin ve onları bir bir yerine getirmelerinin de bir önemi yok. Onlar da içten içe biliyorlar. Zaman tekdüzeyse daha çabuk akar. Hatta akmaz. Tekdüzelik, zamanı noktadan noktaya atlayan ve bir şeylerin gelişimini, evrimini hiçe sayan bir sıçrama tahtasına dönüştürür. Böyle bir şeyin akma, devam etme niteliği olmaz. Onda bir şeyler olur ve onda olan o şeylere açıklama getirilmesi önemsizleşir. Hayat bir oldu bittiye dönüşür. Ölüm düşünülmez. Kaldı ki ölüme en yakın yaşam biçimi böyle bir yaşam biçimidir. Ölüme o kadar yakındır ki ileri baktığında ölüm görünmez. Ölüm gözlerinin önünde bir streç film gibi durur. Hayatta atabileceğin tek adım seni ölümle buluşturur. O son anda fark edersin sıçtığını. Pişmanlıkların hepsi teker teker zihnine doluşur. Ölüyor musun, yoksa zaten doğarken mi ölmüşsün o an anlarsın. Yeterince akıllıysan.
Beni de kendileri gibi sanıyorlar mıdır? Hayal edebiliyorlar mıdır seninle yaşadığımız şu acayip şeyi? Bilseler ne düşünürler? O sığ, ortalama kafalarında oluşabilecek, ansızın parlayabilecek o ölümcül fikirlerden korkuyorum. Onlardan çok korkuyorum. Her şeyi yapabilirler bize. Senin o yansıyan ışığa göre şekillenen gövdeni, o bezimsi dokunu parçalayabilirler, tarihin gerçek sonuna kadar özenle saklanması gereken o uçucu mürekkebini iştahla yalayıp yavaş yavaş, işkence ede ede yok edebilirler seni. Ortalamadaki şiddet eğilimini hafife alma sakın. Yaşayan ölünün, insansının nasıl korkunç ihtimallere gebe olduğunu tarih bize yeterince göstermedi mi? Bu yüzden maskelerimi taşımaya devam ediyorum. Kendim gibi olanlar arasında sürekli bulunmak lüksüne sahip olamadığım için. Bu bir lüks olduğu için. Fazla şey istemediğimi biliyorsun. Ama istediklerimin bu dünyada gerçekleşmesi ne kadar zor şeyler olduğunu da biliyorsun.
Aloşname! Misafirliğin sona erdiğinde, seni ait olduğun yere geri götürdüğümde hissedeceğim en büyük eksiklik kabilesizlik, cemaatsizlik, cemiyetsizlik, kulüpsüzlük, adına ne dersen de o olacak. Ve tabii bana bu kadar yabancı birinin, bir şeyin, bir tanrı misafirinin hakkımda her şeyi biliyormuşçasına varolabildiğim hissi.