Kabuklu çocuklar diyarı: İsimsiz bir Aloşname deseni üzerine çağrışımlar / Nilüfer Güngörmüş

Kabuklu çocuklar diyarı: İsimsiz bir Aloşname deseni üzerine çağrışımlar

Nilüfer Güngörmüş

Önce sessizlik vardı. Burak Fidan, sanatçı Ali Teoman Germaner, nam-ı diğer Aloş’un Aloşname desenlerinden birini evimde konuk etmemi teklif ettiğinde bir süre sessiz kaldım. Bir sürü işin peş peşe dizildiği bir sırada misafir kabul etmek akıl kârı mıydı? Ama kapıyı çalan bir tanrı misafiri olduğuna göre bu düşünce baştan anlamsızdı. Tanrı misafiri zaten böyle gelmez mi? Hayatın hayhuyu içinde, hiç beklenmediği bir anda, hiç tanınmayan biri olarak kapınızı çalar. Size düşen, sorgu sual etmeden onu eve buyur etmektir. Öyle de oldu. Bir akşam karanlığında, başka bir misafiri karşılamaya gidip döndüğüm iki arada bir derede, sokağa aynı anda girdiğimiz tanımadığım bir motosikletliden, kapı ağzında, sıkı sıkıya sarılmış kocaman paketi aldım. Böylece, 17 Kasım 2024 günü misafir eve geldi.                                                                İsimsiz I, II, III, IV... Çocukken biraz da ürkerek izlediğim bir sahne—bir bebeğin dünyaya gelişi denen o gizemli olayın gizemli anlarından biri—geliyor aklıma: Bebeğin kulağına isminin üflenmesi. Bu sahneyi ilk izlediğimde, bebeğin ancak ondan sonra dünyanın seslerini duymaya başladığı gibi garip bir fikre kapılmıştım. Ya da belki büyükler öyle mi demişti acaba? İnsana ruh üflenmesi gibi bir tören. Nitekim törenin sonunda bir de “ismiyle müsemma olsun” denir, yani huyu, karakteri ismi gibi olsun. Resim sergilerinde bazı resimlerin altında isim yerine yazan İsimsiz I, II, III, IV... ibareleri içimde her zaman bir hayal kırıklığı ve üzüntü uyandırır. Sanatçı, bazı resimlerini bir ruh bahşetmeye layık görmemiş gibi gelir. Karşımdaki resmin bir soyismi var, Aloşname, ama tek başına karşımda dururken o da isimsizlerden.                  İsimsizler Mezarlığı. Bendeki resmin içinde böyle bir bölge var. Sağ tarafta, üstü açık küçük taş tabutlarında yatan üç ya da dört bebeğin bulunduğu bir kısım. Dördüncüde bebek var mı, tam belli olmuyor. Resme karşıdan baktığınızda, tabutlardaki bebekler diğer kısımlara göre daha silik renkte oldukları hâlde, bakışlarınız belirgin bir çekimle o yöne doğru akıyor. Resmi, çalışırken oturduğum yerden görünen bir duvara astım. Başımı kaldırınca göz göze geliyoruz. Ama ilk zamanlar resme bakmakta zorluk çektim. Bakışlarımı hemen çeviriyordum.                     Tank paletinin bıraktığı derin iz. Bir seferinde resimde bir tank paletinin izini görünce yaklaşıp baktım. Aslında görünmeyecek gibi değil, ama ilk defa bu gözle bakmışım sanırım. Üzerindeki madeni mahlûkatla kaynaşmış bir iz. Mahlûkatın demirden yapılmış gibi duran vücutları, vida başını andıran gözleri, testere dişleri, levye, İngiliz anahtarı, demir çubuk uzuvları ve eklemleri, hepsi bir arada gerçekten bir tankı andırıyor. O zaman, bu mahlûkatın kim olduğu üzerine düşündüm. Ellerini kavuşturup göğe doğru ölü bebekler için üzüntüyle mi yakarıyorlar, yoksa onları öldürmüş, sevinçle ellerini mi ovuşturuyorlar?                                                                               Bin dokuz yüz yetmiş yedi. Resmin sağ alt köşesinde 1977 yazıyor. İsimlerinden biri bu olabilirdi: Bin dokuz yüz yetmiş yedi. O zaman, tank paletinin izi bir kehanet sayılırdı. Var olan olaylar üç yıl içinde tırmanacak ve 12 Eylül 1980’de tanklar hayatları ezip geçecekti. Ali Teoman Germaner, Aloşname’nin görsel bir günce olduğunu söylüyor. Bu, resme bakışımı değiştirdi. Ne kadar sessiz bir resim olduğunu düşünmeme yol açtı. Önce sessizlik vardı, hâlâ sessizlik var. Resmin çizildiği yıl, lise birdeymişim. Bir süre sanatçıyla hayatlarımız zihnimde kesişti. O ne yaparken ben ne yapıyordum, bunları düşündüm. Ve bugün, geçmişten çok daha büyük bir sessizliğin içine hapsedildiğimizi fark ettim. Günlerce, denebilecek kadar uzun bir süre, resme bakmadım. Bakmadığımı daha sonra, bir gün sessizlikten rahatsız olup “Resim nerede?” diye irkildiğimde fark ettim.                                                          Dilenciler ve Sakatlar. Resmin tekinsizlik duygusu uyandıran mahlûkatında Hieronymus Bosch ve Goya’nın dilenci figürlerini görmek mümkün. Baba Pieter Brueghel’in de Dilenciler ve Sakatlar adını taşıyan benzer figürleri var. Misafirin figürleri, duruşları, resmin içindeki toplanma açıları ve belli bir yöne doğru yönelen bakışsız gözleriyle Bosch ve Goya’nın resimlerindeki vücut ifadelerine daha yakınlar. Ama benim deneyimlemekte olduğum resim, “adını” bu referanslardan almış olsa Brueghel’e daha yakın düşerdi ve pekâlâ Dilenciler ve Sakatlar adını taşıyabilirdi. Ellerindeki asa ve koltuk değneği gibi gereçlerle, mil çekilmiş tornavida başı gözleriyle, göğe doğru uzanan yakaran elleriyle sefil, muhtaç ve talepkâr bir hâlleri var. Her ne kadar mağdur görünseler de aynı zamanda aç bir sürünün kör saldırganlığını da hatırlatıyorlar. Yine aynı sorular yankılanıyor: Bebekler, dilencilerin göremediği, tenlerinde hissettikleri soluk güneşte tatlı tatlı dinlenmekteler mi, yoksa tabutlarında mı yatıyorlar? Dilenciler aziz mi, iblis mi? Mağdur mu, saldırgan mı? Aloşname’nin bütününde tekinsizlik duygusu uyandıran mahlûkat, başkalarına da Hieronymus Bosch’un resimlerini hatırlatmış. Sanatçının kendisi ise Goya’nın adını anmış.                                                                                                                                                 Yaşlı Tosbağa. Mahlûkattan kimileri timsahı, kimileri tarih öncesi kuşları andırıyor. Biri, el bombasını çağrıştıran kabuğuyla bir tosbağa. Zamanı kuran mı, yoksa zamanı parçalayacak olan mı?

“yaşlı tosbağa
oturuyor güneşinin eteğine ve usulca dalıyor uykuya
ırmağın kıyısında
ırmağın kıyısında yalnızım ben
Beklentinin acısıyla bitkin
Güneşimin yolunu gözlüyorum
oysa gözlerim
bir an bile bulamıyor onu”[1]

Dilenci Antigone. Henry Bauchau, Oidipus üçlemesinin parçası olan Antigone romanında, Antigone’nin çaresizliğini onu bir parça ekmek için yalvarttığı bir bölümde anlatır. Dilenci Antigone, ne kadar çabalasa da utançtan kısılan cılız sesini kimseye duyuramaz. Sonunda sadece ekmek için değil, aynı zamanda ölen kardeşleri ve kaybettiği ülkesine dair imkânsız yasını dile getiren bir çığlık atmayı başardığında, ancak o zaman yoğun ruhsal acısı açığa çıkar ve sessizlik perdesi yırtılır. Vay bana. İranlı şair Nima Yuşiç’in (1895-1960) Ey İnsanlar kitabını çok uzun zaman önce almış, nedense okumamıştım. Bu fesat topraktan ari bir yıldız/
vermeyecek mi aydınlığını/bu zifiri geceye.[2] Kitabın başlarında okuduğum bu dizelerle, konuk ettiğim resmin sessizlik perdesi birden yırtıldı. Peş peşe Nima’nın sözleriyle resim seslendi: söndü ateş/çocuklar buz kesmiş bedenleriyle hareketsiz,/elele tutuşarak gömülmüşler sonsuz uykuya ama/acılar içinde./başka bir alemde artık her ikisi de/uzaklaştılar iyiden ve kötüden az çok./gece yarısı kayıp giden bakışları/mırıldanıyor bir saat öncesinin hikâyesini./ bedenleri onların, babaya diyor ki: “öldü çocukların baba!/ama dönüp geldi domuzlar,/yediler pirinçleri tarlada...”. [3] Nima’yı Aloş’la yan yana okumam gerektiğini bilir gibi o güne mi saklamıştım? İnsan böyle şeyleri nerden biliyor! Şimdi resmin isimlerinden biri: Vay Bana. Bir başkası: Söndü Ateş... Bir başkası: Fesat Topraktan Ari Bir Yıldız... Bir başkası: Öldü Çocukların Baba!                                                                                                            Kabuklu Çocuklar Diyarı. Sırtım resme dönük Nima’yı okurken, oturduğum yerden resme dönüp baktığımda sadece sessizlik perdesinin yıkılmakla kalmadığını, durağanlık zincirlerinin de kırıldığını gördüm: Nefesini tutmuş, kör gözleriyle yakaran mahlukat nefes alıyor. Zaman nehri tank paletinin izlerini içine alıp akmaya koyulmuş. Kabuklu ve demirden mahlûkat ruhsallığımızın en derinindeki kabuklu arkaik çocukluk mu acaba? Siluetleri katılığından uzaklaşıyor. İnsanlar doğuyor, şaşırıyor, çaresizce yaşama tutunacağı bir yer arıyor, inanıyor, şüphe ediyor, sesleniyor, susuyor, şükrediyor, hayat bazen kötü bazen iyi oluyor ve zamanı geldiğinde insanlar ölüyor.Bu resmi Kabuklu Çocuklar Diyarı olarak hatırlayacağım kesin. Ama tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyorum. Bizim açılmamıza, yaşamın coşkusunu uzun uzun yaşamamıza izin vermeyen bu coğrafyayla ilgisi var gibi geliyor sadece.                                                                                                                                            Su Sesini Hatırla. Çağrışımlarımda bahsetmesem de gönlümden geçen asıl isim bu ve duvarımdaki resimle bir ay birkaç günlük maceramızı onunla bitirmek istiyorum. 20 Aralık 2024. Sevgili Ali Teoman Germaner, Aloşnameniz’den bir sayfayla geçirdiğim bir ayı aşkın sürenin sonunda zihnimde ona dair sayısız isimle sizi selamlıyorum. Burada bu isimlerin sadece birkaçından bahsedebildim. Bende hep yeni isimlerle çoğalacağından eminim. Ama en çok burada bahsetmediğim şu ismiyle yankılanacak zihnimde: Su Sesini Hatırla. Güncenizden bendeki sayfayı duvarımda asılı durduğu yerden alıp “toygarın öldüğü” şu doğa parçasının içine bırakıyorum – sevgi ve saygıyla:

"su kalmamıştır artık arkta ama

yaşlı mazı uzatmıştır başını bulduğu bir boşluktan

dünkü gibi, usul bir mimrez ağacı

bol yapraklı dalını dayamıştır bir kayaya.[4]

 

Kapak Fotoğrafı: Maya Türkdoğan
 


[1] Irmağın kıyısında, Nima Yuşiç, Ey İnsanlar, s. 73, çeviren: M. Bülent Kılıç, Ve Yayınevi, İstanbul, 2016.

[2] Vay bana, Nima Yuşiç, a.g.e., s. 49.

[3] Çeltik tarlasında bir gece korucusu, Nima Yuşiç, a.g.e., s. 58.

[4] Toygarın ölümü, Nima Yuşiç, a.g.e., s. 65.

İlginizi çekebilir: