Benim Zümrüdüanka’m 

Milena Koreneva Lishchuk

Yedi yıl dünyayı dolaştıktan sonra hayat beni Burak Fidan’ın evinde konuk etti. Bu ev, her bir köşeye yayılmış kitaplar ve sanat eserleri aracılığıyla “tarihle” doluydu ve gezgin bir fotoğrafçı olarak orada olmak benim için Altın Dağ’da olmakla eşdeğerdi.       Misafirliğim boyunca, evdeki her bir sanat eseriyle farklı bir “ilişki” geliştirdim. Resimlerin, heykellerin ve el yazmalarının kendi ruhları olduğunu, onlarla etkileşime giren kişiyle bir tür ortak uyum yarattığını düşünme eğilimindeyim. Bu, hem insanın hem de tanrının bilincini aktaran bir diyalog, bazen de bir monologdur. İlk ve önemli temas, hissetmektir. Bir sanat eseriyle yalnız kaldığınızda görünmez bir iplik beden ve ruh üzerinde sessiz örüntüsünü işlemeye başlar. İlk önce, Ferit Edgü’nün, İç Yangını resmiyle temas kurdum. Karşısında trans halinde saatler geçirirdim. Onun resmi beni sanki bedenimin özüne sesleniyormuş ve oradan gereksiz bir şeyleri söküp alıyormuş gibi etkilerdi. Nefes alışını duyabiliyordum. Bazen bilmediğim bir dilde, belki kendi hikâyesini, belki de benim hikâyemi anlatıyordu. O konuşuyor, ben susuyor; dinlediğim hikâyeyi içime alıyordum, sanki kendime bu ruhla enerji veriyordum. Bu bana her şeyin bir temas ve diyalog içerdiğini düşündürüyor.                                                                                                                                             Sanatın değeri, bu temas yoluyla kendimizi keşfetmemize izin vermesinde saklıdır. Bazen, bir sanat eseri karşısında yüzümü çevirip susuyorum, bazen de açılıp bana nüfuz etmesine izin veriyorum ve esere kendi hikâyemi anlatıyorum. Bazen de, eserin bilmediğim dilinin işaretlerini akıl ve spekülasyon merceğinden okuyor ve bulmacanın çözümünü bulduğumda Arşimet gibi tatmin edici bir “EVREKA!” çekiyorum. Bir sanat eserini hayatınıza davet etmek ve onunla aranızdaki ince bağı gözlemlemek bir tür teropatik deneyim sunuyor.                                 Burada daha çok sanatın alışılmadık ve örtük bir şekilde benlik durumumuzu nasıl iyileştirebileceğini ve bizi belli bir şekilde yüksek bir bilinç alanının safığına nasıl uyumlandırabileceğini keşfetmekle ilgileniyorum. Bu müziğin titreşimsel etkisine benziyor. Klasik müzik dinlediğimde zihnim berrak ve açık oluyor. Sanki insandan daha yüksek bir yapıyla derin bir bağlantıya dalmışım ve algımı ilahi olana yükselten bir tür maneviyatla dolmuşum gibi. Tanrı’nın frekanslarına bağlanmanıza yardımcı olan birçok farklı müzik türü var. Pop, Indie ve herhangi bir modern müzik, bizi yaratıldığı gerçekliğin frekanslarına taşıyacaktır. İnsani duyguların, dramın ve diyelim ki çatışmanın frekanslarına. Bununla birlikte, tüm bu türler kendi tarzlarında, bilinçli veya bilinçsiz, ihtiyaçları doğrultusunda belirli bir benlik ile çalışacaktır. Bir resmin ya da bir heykelin karşısındayken başlayan sessiz diyalog için de aynı şey geçerli. Her bir sanat eseri, belirli bir kişinin yaşamına yeni bir enerji potansiyeli getirerek, alanlarını ihtiyaçlarına göre değiştirir. Bu durum, enerji olarak, evinize bir nemlendirici getirilmesine ve birkaç gün sonra zar zor görünen buharın tüm astım belirtilerini ortadan kaldırdığını fark etmenize benzer. Bu harika, değil mi? Ya da her gün gözünüze bir anlık bir görüntü ilişir, önünüze gelen bir nesneye düşünceli bir şekilde bakar ve kendinizi daha önce hiç fark etmediğiniz derin düşünceler içinde bulursunuz. Zihnimiz yeni bilgileri özümseyerek, yaşamla tam da bu temas halini alarak harekete geçer.                                                                                              Arayışçıların Yuvası’na ilk geldiğimde, Burak şehir dışındaydı. Ali Teoman Germaner’in, sonradan adının Zümrüdüanka olduğunu öğrendiğim bronz kuşu salonun ortasındaki cam sehpanın üzerinde, kanatlarını açmış bir biçimde, sanki gökyüzünde ya da gökyüzüne benzer bir yerde, evdeki tüm diğer sanat eserlerini bir arada tutmak, ya da onları açılan kanatlarıyla kucaklamak ister gibiydi. Salonun neresine oturursanız oturun, size hoş geldin diyen bir ev sahibiydi. Şık bir galeri salonunda ya da bir müzede karşılaşabileceğim bu kuşun anıtsal güzelliği ona hemen dokunmama izin vermiyordu. Dokunursam, sanki bu anıtsal nitelik çözülecek, kuş sehpanın üzerinden sıçrayıp uçuverecek gibiydi. Ona dokunmam için, bir aydan fazla bir sürenin geçmesi gerekti. Bu süre içinde, bu “bana dokunma” diyen kuşla, doğal olarak sessiz bir diyalog sürdü aramızda. Eve gelen başka misafirlerde de, kuşla ilgili aynı deneyimi gözlemliyordum. Hemen herkes, evde istediği her bir objeye, esere, kitaba dokunabiliyorken, hiç kimse, sanki evrenin merkezindeymiş gibi duran bu kuşa dokunmak istemiyordu. Ta ki bir gün, sehpanın tozunu almak için onu iki elimle kavrayıp kaldırdım. Birdenbire içimde pek çok duygu su yüzüne çıktı. Tüm bedenimde hissettiğim kuşun ağırlığı, benim ağırlığımı temsil ediyordu. Sanki kendimi kucaklamış, bir yerden başka bir yere taşıyor gibiydim. Bedenim kadar ağır bu kuşun taşıdığı bilgelik benim yaşam hakkındaki bilgisizliğimin hafifiğini hissettiriyordu. Kendi duygu ağırlığım birdenbire yok olmuştu, uçabilecek kadar hafifim. Bu çok büyüleyiciydi. Bazen aşk olur. Ve bazen aşk bilgiyle olur. İnkâr edilen ve sorgulanan şeyi bilmekle.                                            Bir kere Burak’ın şöyle dediğini hatırlıyorum: “Bir kuş düşünün. Onu tanımak için hakkında bilgi toplarız. Bir şeyler öğrendiğimizde, onu anlamaya başlarız. Neden göç eder? Neden öter (çifleşmek için), neden ve kimden korkar? Bilin, anlayın ve sonra sevin. Gözlerinizi kapatın ve şarkı söyleyen kuşları düşünün. Artık bilmeye ya da anlamaya ihtiyacınız yoktur, sadece o sesleri seviyorsunuzdur.”                                       Şimdi Rusya’dayım. Misafir olduğum bir evde, benim gibi misafir olan başka bir düşsel kuş hakkında yazmak için kısa bir araştırma yaparken yaşamın ya da sanatın başka bir mucizesiyle karşılaşıyorum. Zümrüdüanka’nın tek bir kuş olmadığını, onun bir tür benlik uyanışı için yolculuğa çıkmış gezgin kuşların hepsine birden verilen bir ad olduğunu, kendini küllerinden yeniden doğurduğunu, Kaf dağına varmakla, insanın kendine varmasının aynı sembolik vadilerden geçtiğini öğrenip hayrete düşüyorum. Ancak şimdi fark ediyorum. Bu kuşla, düşündüğümden çok daha yakınmışız. En iyi arkadaşım hemen yanı başımda yaşıyormuş. Onunla geçen zamanın eşsizliğini ancak şimdi anlıyorum. Ancak şimdi olgunlaşan bir meyve. Sadece şimdi ortaya çıkan bir armağan. Böylesine hafif bir temasın ve farklı duyguların bana kendimle ilgili deneyim ve bilgi kazandırabildiğini ancak şimdi fark edebiliyorrum. Bunun için yaşamıyor muyuz?

 

Kapak Fotoğrafı: Maya Türkdoğan
 

 

 

 

 

İlginizi çekebilir: