Bir yıl boyunca Aloş’un eseriyle yaşamak...
Alex Dawe
Ne olacak, genciz. Kendimizden geçmeye çalışıyoruz, derslerimizden, hocalarımızdan, sıradan bir dünyadan kaçmaya çalışıyoruz. Cadılar Bayramı partisi düzenlemiştik, eğlencenin doruk noktasında, uzun tahta bacaklarıyla sallana sallana yürüyen bir palyaço geliyor, kafasında renkli bir peruk, suratını teatral kanla boyamış, dengesini hiç bozmadan trompetinden neşeli bir parça çalıyor; Azizler Cennette Gittiklerinde. Amerikan Güney’inden gelen çok meşhur çok eski bir ezgi, ahireti kutsayan bir ilahi. Perili Ev Turu bitmişti ve herkes genel parti kaosu içine sürüklenip kendinden geçmeye çalışıyorlar, bol bol içerek dans ediyorlar, fört ediyorlar, şarkı söylüyorlar, palyaçoluk yapıyorlar, amuda kalkıp ıslık çalıyorlar, karanlık bir odaya çekilip albenisi yüksek biriyle sevişmeye çalışıyorlar, dolabın arkasına sinip gıcık olduğu birinin geçip gitmesini bekliyorlar, kımıl kımıl kalabalık mutfakta yüksek sesle kahkahalar atarak utanmadan dedikodu yapıyorlar. Trompetçinin kıvrak melodisini duyduklarında evin önündeki çimenlikte takılanlar coşuyorlar. Korkuluğa benzeyen uzun saçlı açık tenli bir erkek deli gibi nara atıp ıssız sokakta koşmaya başlıyor; elma yanaklı, çilli bir kız, narin ellerini havada sallayarak St Vitus dansı yapıyor; yanındaki siyah takım elbiseli cılız biri yere çöküp ağlamaya başlıyor, cin çarpmış bir vaiz gibi. Kiraladığımız dört katlı evde altı kişiyiz. Hepimiz Ohio eyaletinin uykulu bir kasabasında bulunan prestijli Liberal Sanatlar Üniversitesi’nin öğrencisiyiz. Hem de uzun mesafe koşucularıyız. Aşırılıklarla dolu bir hayat yaşamak istiyoruz. Sonuna kadar gitmekten, uçurumlarda gezinmekten hoşlanıyoruz. Burası imtiyazlı çocukların diyarı. Bir fantezi dünyası. Burada kimse ölmez kimse kolay kolay yaralanmaz. Burası bir kampüs. Gerçek dünyanın sınırları dışında. O meşhur partiden sonra ev sahibimiz etrafa verdiğimiz hasarın fotoğrafarını çekip, ne kadar düşüncesiz olduğumuzu göstermek için annelerimize göndermişti. Menteşesinden çıkmış bir kapı, yırtılmış bir sineklik, yanmış bir tencere, duvarda baltayla açılmış bir delik, pencereden atılmış bir televizyon, halının üzerine dökülmüş mum, yamulmuş bir musluk, çatlatmış bir ayna, kırılmış bir küvet, bahçede çamaşır ipinden sallanan iyice ıslanmış bir kitap. Annem bunlara bir göz atıp gülmüş, “Ne olacak” demiş, “çocuk işte bunlar.”Aşağı yukarı bundan otuz yıl sonra Burgazada’da, yine Cadılar Bayramı için eşimle buna benzer bir Perili Ev partisi vermeye karar verdik. Konuklar evimizi dolaşırken her odada devam eden bir oyunla karşı karşıya kalacaktı. Tanıdığımız herkesi davet ettik. Burak (Fidan), kalabalık bir arkadaş grubuyla geldi partiye. Ali Teoman Germaner’in, nam-ı diğer Aloş’un desenlerindeki tuhaf yaratıklarla. Bu yaratıklardan çok etkilendim. Tamamen belirsiz bir dünyada hem muzip hem marazi hem eğlenceli hem çaresiz mahluklar dans ediyorlar, şarkı söylüyorlar, dua ediyorlar, eğleniyorlardı. Partimiz ekim ayının son gününe denk geliyor ve annemin ölümünün birinci yıl dönümü. Bir ay önce küllerini almak için Amerika’ya gitmiştim. Annem Hristiyanlığın en açık fikirli cemaatlerinden birine mensuptu. Basit kiliselerinde kürsü ya da rahip yoktu. Yakılmasından kısa bir süre sonra arkadaşları bir Quaker töreni düzenlediler. Aslında annem bunu istememiş ama arkadaşları ısrar etmiş. Böylece o berrak sonbahar gününde kilisede banklardan birine oturdum. Çevremdeki insanların çoğu altmış yaş üstü, eğitimli, beyaz kadınlar. Sessizce bekliyoruz. Ta ki birisi konuşuncaya kadar. Bunun bir tür korkunun üstesinden gelme fırsatı olduğunu düşünüyorum, “hadi kalk ve konuş” diyor içimden bir ses, annem hakkında anlamlı cümleler söylemeliyim, zarif, dokunaklı cümleler. Ama hayır sessizliğe geri çekiliyorum sonra biri ayağa kalkıp annemin keskin zekâsını ne kadar sevdiğini söylüyor, sonra bir diğeri aşk hakkında kendine has bir felsefesi olduğunu anlatıyor, sessizliği, kitaplara olan saygısı, çalışkanlığı, bağımsız karakteri övülüyor. Benden de bir konuşma yapmam beklendiğini hissediyorum. Ayağa kalkıp konuşacak cesareti bulamıyorum, sessizlik ile söz arasında kalarak oturmaya devam ediyorum. Aloş’un bu insan olmayan varlıklarında değişik mitolojilerden gelen yaratıkların izlerini görüyorum, bir bilinmezliğe yuvarlanmanın hemen öncesinde, tuhaf bir coşku içindeler. Bir teslimiyet, bir ölüm dürtüsü taşıyorlar sanki, duyulmayan bir müzik. Bir ayin içindeler ama bütün dinlerin, dünyevi arzuların, cinselliğin ötesinde. Bu mekanik hayvanlar bir tanrıya değil karanlık bir bilinmeyene yalvarıyorlar. Uzun bir yolculuğun sonunda buraya gelmişler. Yorgun ve yaralanmış. Bir ayak yerine bir tekerlek, kafalarında garip kasklar, bazılar ancak bir koltuk değnekleriyle ayakta durabiliyorlar. Belli olmayan bir yere bakıyorlar, bazılarının gözleri kapalı. Kendilerini tatlı bir kıyametin içinde bulmuşlar, omuzlarından yük kalkmış. Kasvetli havaya rağmen yüzlerinden coşku okunuyor, bu da insana bir tür dönüşüm olacağını düşündürüyor. Evet bu ölmekten öte bir şey, bu bir geçiş, devam eden bir yolculuk. Bir nabız, belirgin bir müziğin temposu yükseliyor ve hızlanan bir girdap içine girmişçesine dans etmeye başlıyorlar. Bırakın kendinizi, bir an için onların gözlerinden görmeye çalışın, başka bir dünyada olmaya çalışın. Kıyametin kapısında dans eden bu tatlı mihmandar bize neler söylemeye çalışıyor herkes perili evimizi keşfederken? Ana kapımızdan geçtikten sonra kendinizi karanlık ve dumanlı bir holde buluyorsunuz. Sola dönüp geniş bir odada minicik bir kadın yüksek bir yerden sarkıyor cansız bir dal gibi. Birden canlanıyor yavaş yavaş hareketler yaparak. Yüzü bembeyaz, kolları, bacakları da. Ölü gibi. Bu bir Butoh dansı. Yer altından gelen titreşimleri hissediyorsunuz. Oradan ilerliyorsunuz uzun bir koridordan geçerek. Karşınızda küçük bir tuvalet. Oradan müzik geliyor. Arabesk. Bir bakıyorsunuz klozette oturan bıyıklı bir adam içkisinden bir yudum alıyor dönen rengarenk ışıkların altında. Belki de size bir iki laf atar, sonra mezelerinden bir ikramı olur. Burası bir mikro pavyon. Oradan yatak odasına geçiyorsunuz. Büyük bir yatakta bir kadın uzanıyor, ölmüş mü derken kımıldamaya başlıyor, aman bu bir hayat kadını diyorsunuz ve sizi gördüğünde inlemeye başlıyor, “kurtar beni” diye yalvarıyor. Mutfakta bir karı koca ile karşılaşıyorsunuz. Kısa boylu esmer bir kadın yavaş yavaş kanlı bir kuzu kalbi veya ciğeri doğuruyor, belki de bir pancar. Elleri kanlı. Kafasında kocaman bir şapka var. Siyah bir örümcek ağı gibi. Odanın ortasındaki beyaz mermer masada yüzü kan lekeleri içinde maskeli çıplak bir adam gitar çalıyor. Kocaman şapkalı kadın ona hiç bakmıyor, bir şey söylemiyor ama kim bilir ne şimşekler çakıyor aralarında, bir radyo kanalından sürekli hava durumu okunuyor. İyice bunalıp “ay yeter” diyorsunuz ve üst kata çıkınca ormandan fırlamış bir şaman görüyorsunuz. Kocaman bir gong çalıyor. Mutlu bir hayalet geziyor oralarda ve tak tak tak gidiyor bir ses. Bir bakıyorsunuz banyoda kara şapkalı uzun boylu siyah sakallı bir şair baltasıyla duvara vuruyor aynı yere takıntılı bir şekilde, kan her yere sıçramış, yüzünde var, duvarda var, yeni cilalanmış tahtalarda da var, kimi öldürmüş diyorsun aman aman sonra başka bir odada bir çadır görüyorsunuz. Tek bir lamba yanıyor içinden. Ama kimse yok. Bir ses bir hikâye anlatıyor. Bir gece genç bir hanım efendi tek başına Martha Koyuna gelmiş fakat huzurlu, sessiz sakin bir gece geçireceğine tam bir kâbus yaşamış. Neler yaşamış? Çadırın içine bakacaksınız ama hayaletin bıraktığı tortuları görmekten korkuyorsunuz oradan hızlıca çıkıyorsunuz. Başka bir odada televizyon izleyen ince bir adam balon şişiriyor ta ki patlayana kadar. Yanındaki koltuk boş. Korkmazsınız biraz izleyin “yayında olan korku filmi” sonra balon patlıyor kulağınızda sonra yavaşça çık hiçbir şey demeden ve büyük yatak odasına geçin, orada mutsuz bir palyaçonun mutsuz deneyimlerini izleyeceksiniz, kendini öldürmeye çalışıyor ama başaramıyor, iple deniyor olmuyor, silahla deniyor ama şarjörü boş ve eninde sonunda sanki çaresizlikten mi ölecek diyorsunuz bu zavallı genç palyaço, güzel bir kadın, bir insan ve hep o acayip dinozorlar arka planda dans etmeye devam ediyorlar. Partiden sonra Aloş’un yaratıkları duvarlarımızda kalıyor ta ki bir sene sonra ayrılıyorlar. Uzun bir yıl boyunca bambaşka kafalarla o acayip varlıklarla beraber yaşadık. Ne büyük bir şans, büyük bir nimet ama sonunda ayrılık zamanı geldi. Şimdi o eski dostlar acaba hangi galeride, hangi müzede, hangi dolapta, hangi sokakta, hangi güneşin altında, hangi evin loş koridorlarında dans etmeye devam ediyorlar. Belki de bir gün bir yerde bir kere daha karşılaşırız derken Kadıköy çarşısında rastgele bir yerde şapkalı gülümseyen bir adamın kollarında bir Aloş tablosu görüyorum. Deniz kabuğu gibi açılan iç içe geçmiş fantastik dinozorlar sanki doğurmakta. Şapkalı adam bir tabure üzerine oturmuş ve biraz utanmış gibi poz veriyor. Resmi nereden bulmuş, kim vermiş, orası bir muamma.
Kapak Fotoğrafı: Maya Türkdoğan