Duyusal İlişkilerde Bilim ve Sanat Mutabık Mı? 

Ahmet Yiğider’in “Karınca Yuvası” Sergisi Üstüne

Koku kaçınılmaz bir uyaran ve burada da bir koku var. Üstelik bu koku ait oldukları nesneler itibariyle çok da tanışık olmadığımız bir koku. Bir iletim aracı olarak koku duyusunu kullanmak, münhasıran da bizi şaşırtan bu kokuyu seçmek (ve üretmek) elbette Ahmet Yiğider’in tasarrufu. Sadece koku duyusunu kullanarak değil, münhasıran bu koku vasıtasıyla kendi kişisel geçmişine dönerek kurmuş olduğu bağın içine bizleri de dâhil etmesi bir form içinde değerlendirilebilir. Bu form da galerilerde çok sık rastladığımız bir form değil. 

1980’ler, koku duyusu açısından önemli bir on yıllık dönemdi. Daha önce varlığı yadsınan, soyut ve opsiyonel kabul edilen duyu hakkında art arda çalışmalar yapılmaya, az sayıda da olsa bu çalışmaların bir kısmı kitaba dönüşmeye başlamıştı. Bu akademi cephesinde olandı zira yine aynı yıllarda yapılan bazı anket çalışmalarında koku alma duyusu en değersiz duyu olarak kabul edilmiş, hatta seçim yapmaya zorlanıldığında ilk gözden çıkarılacak duyu olarak değerlendirilmişti. 

Entelektüel çevrelerde de çokça taraftar bulan bu önemsememe, hatta yok sayma hali nerden başlıyor, merak ediyor insan tabii. Bu merak bizi binlerce yıl geriye, antik Yunan’a kadar götürüyor. Görme duyusunun altın standart olarak kabullenilmesi, Platon’un onu felsefenin temeli olarak benimsemesi Aristoteles’te bu durumun görmenin en tepede olduğu bir sabit duyular hiyerarşisine dönüştürüyor. Söz konusu koku duyusu olunca aydınlanma dönemi düşünürleri de merak etmeyin, antik Yunan’dan çok uzakta konumlandırmıyorlar kendilerini. Akıl ve mantığın, dolayısıyla bilimsel aydınlanmanın görme ve işitme duyularında yoğunlaşmasının kabulü, Kant’ı kokunun verimsiz ve gereksiz bir duyu olduğu söylemine kadar getiriyor. 

Tarihe genişçe yayılmış ve bu denli kapsayıcı bir mutabakata neden olan bir başka olgu, emin olun, çok fazla karşımıza çıkmıyor. Toplum indinde bilimden ve dünyadan soyutlanan koku duyusu kaçınılmaz olarak çok uzun bir zaman diliminde sanatın da dışına itiliyor. Felemenk ressamlarla beraber başlayan, dinsel ögeler yerine daha seküler günlük hayat imgelerinin yer aldığı tabloların ortaya çıkışı, bu tablolarda duyunun ve organının odak noktası haline gelmesi, ama bu aktarımın yine de görme duyusuna hitap eden bir uyaran, “resim” üzerinden alegorik olarak yapılması belki de bunun tek istisnası. 

Beri yandan 2000’li yıllara kadar olan dilimde kokunun kendisinin bir duyusal uyarı olarak işin içinde yer almasını sağlayan, yani sanat ve koku duyusu arasında dolaysız etkileşimli bir bağ kuran isimlerin sayısı çok fazla değil; Marcel Duchamp, Filippo Tommaso Marinetti, Joseph Beuys, Edward Kienholz, Takako Saito, Judy Chicago ve birkaç isim daha… Tabii bunda duyunun varlığının temel olgularından birisi olan “uçuculuk”, yani koku alma hadisesinin var olabilmesi için birinci gereğin uçucu organik bileşiklerin varlığının olması, bu bileşiklerin de isimlerinin hakkını verircesine kısa süre içinde uçarak duyumsanma özelliklerini yitirmelerinin de rolü var. Koku, fiziksel değil; tuval üzerinde bir boya, ya da şekil verilmiş bir kütle gibi sabitlenemiyor. Bu, salt üretim değil sergilenmeyi de görece zorlaştıran bir faktör.

Marcel Duchamp, izleyicinin kokuyla göz değil burunlarıyla temasa geçmelerini sağlayan isimlerin ilklerinden ve en bilindik olanlarından. 1938’de Exposition Internationale du Surréalisme (Uluslararası Sürrealizm Sergisi) kapsamında sanatçı-küratör olarak görev yapıyor ve Wolfgang Paalen ile birlikte ana odayı tasarlıyor. Galerinin zemini meşe yaprakları, otlar ve eğrelti otlarıyla, hatta bir gölet ve üzerindeki çiçeklerle, kamışlarla kaplı. Az ileride çuvallar var, kahve kavurma makinesi de kurulmuş ve kahve kavruldukça ziyaretçiler 'Brezilya kokusu'nu duyumsuyorlar.

1938’den bu yana çok değişti. Özellikle simgeselleşmiyorsa artık kahvenin kendisini kokusal temsili için işleme sokmak, kavurmak veya kavrulmuşu öğütmek gerekmiyor. 1903 yılında Mikhail Semenovich Tswett’in sıvı kolon kromatografisi kullanarak bitkilerin pigmentlerini ayrıştırmasından yaklaşık kırk beş yıl sonra Erika Cremer ilk “gaz kolon kromatografisi”ni tasarlayarak bilim dünyasına sundu. Bu aygıt bizim tekil isimlerle andığımız koku örneklerinin çoklu kimyasal yapısını bileşenlerine ayırıyordu. 1950’lerde kütle spektrometresi’nin de işin içine girmesiyle beraber artık doğada olan ve uçucu organik bileşenler barındıran, daha anlaşılır bir Türkçeyle söylemek gerekirse “kokan” her şeyin formülüne dair verileri artık bir bilgisayar çıktısının üzerinde görebilmek mümkündü (GC/MS). Formülü görebiliyor, listelenen bileşenleri verilen miktarlarda birleştirerek bir rekonstrüksiyon gerçekleştirebiliyordunuz. İş sadece makine değil tabii zira yüklediğiniz data setiyle sınırlısınız size gelen sonuç verisinde. Bu nedenle rekonstrüksiyon aşamasında yine insan burnunun ve beyninin devreye girmesi gerekiyor; “hop!” diye kolaycana olmuyor işler. 

Doğanın kokularını çözümleme teknolojisi konusunda sadece iki isim zikrettik yukarıda ama bu teknolojinin 120 yıl önce başlayan yolculuğuna elbette başka bilim insanları da katkı sağladılar. Ne var ki bir karınca kolonisinin kokusal analizini Ahmet Yiğider’in yaptığı gibi bir sanat eyleminde kullanmanın bu insanların herhangi birinin aklına gelmiş olduğunu hiç sanmıyorum. Bazen mutfak tezgâhlarının üzerinde, bazen toprakta oluşturdukları öbeklerin çevresinde düzenli ve ısrarcı yürüyüş kolları halinde ilerleyen, neye dair olduğunu anlayamadığımız ya da irdelemediğimiz hedeflerine ulaşmaya çalışan bu canlıların kendilerine özel bir koku profiline sahip oldukları toplumun büyük kesiminin de dikkatinden muhtemelen kaçmıştır. İnsan burnundan o kadar uzak ve fiziksel yapı olarak o kadar küçükler ki, kalabalık bir cemaat oluşturduklarında dahi kokularını algılayabilmek kolay değil. Onların -ve genelin- görmezden veya koklamazdan geldiği bu hâl Ahmet Yiğider’in kişisel bellek öyküsünde edindiği yer vasıtasıyla bu sergide analizden rekonstrüksiyona dönüşerek kaçınılmaz bir duyusal uyarıya evrilmiş, burunlardan beyinlere yolculuk yaparak bir kokusal olgu halini alıyor.

Ahmet Yiğider bunu ilk kez yapmıyor. Daha önce de sanatla duyu/lar arasında gelenekselin dışında ilişkiler kurdu. Ben kendisini biraz geç, 2016 yılında Baksı Müzesi için yaptığı projeyi duyduğumda tanıdım. Bu projede -kendi yaklaşık ifadesiyle- koku üzerinden duyusal bir deneyim ve kavramsal bir yaklaşımda bulunuyor; gurbet, geriye dönüş, ait olunan coğrafya ve devinim gibi kavramları kokularla tanımlayan bir yerleştirme oluşturuyordu. Devamında heykel yerleştirmelerini gördüm muhtelif mekânlarda. Doğal bir malzemenin, ağacın formunu değiştirmişti; o araçsallaşmış ağaç kütlesine bakınca da, hele ki biraz da konuya meyyalseniz, aromatik yapısını akla getirmemek mümkün değildi. Son olarak da  Ekim 2024’te “İncir, İnsan, Toprak” ile Çanakkale Bienali’nde çıktı karşımıza. Uzaktan tahmin edilen kokunun ötesine geçip bu kez katılımcıyı tavandan sarkan pamuk elyafları arasından ilerleterek az önce bahsettiğimiz cihazın (GC/MS) verilerinin yorumlanması sonucu yeniden oluşturulan incir, insan ve toprak kokularıyla etkileşimli bir ilişki içine yönlendirdi. 

Bahsedilen kokuların bütünlerini oluşturan her bir tekil molekülün bizim belleğimizdeki duygusal alanı Ahmet Yiğider’inkinden farklı. Bu anlamda hepimizin zihninde farklı bir nöral ağ kurulduğundan, limbik sistemimiz içinde farklı duyguların tetiklendiğinden, her ziyaretçi için -üstelik her ziyaret seansında- biricik deneyim yaşandığından söz edebiliriz. Bu durum bana biraz da John Cage’i çağrıştırıyor. Biliyorsunuzdur, özetleyeyim: 29 Ağustos 1952’de ünlü Woodstock arazisinin hemen yakınındaki bir ağaçlık içinde yer alan Maverick Konser Salonu’nda piyanist David Tudor, John Cage’in 4’33 isimli eserini ilk kez seslendiriyor.  Tudor, piyano taburesine oturuyor, notaları tablaya koyuyor, piyanonun kapağını kapatıyor, sessiz bekliyor. Ara ara yine piyanonun kapağını açıp kapatıyor ama belirlenen süre boyunca herhangi bir tuşa basılmıyor, piyanodan taraf bir ses üretilmiyor. Dört dakika 33 saniye sonra da taburesinden kalkıp izleyiciye dönerek eğiliyor, onları selamlıyor. Besteci bu eseriyle sessizliği, daha doğrusu her icrada farklılaşan bir sesliliği amaçlıyor. Salondaki seyircilerin kıpırdanmaları, belki bazen rüzgar, belki bazen çekingen öksürmeler, bir kısım izleyicinin sona doğru kalkıp gitmesi, her seferinde aynı zamanlarda tekrarlanan sesler değiller. Her konser performansı kendi kazara sesleriyle beraber geliyor, dinleyiciler bestecinin bestesinin birer parçası oluyor, parçası olunan her konser biricikleşiyor. Karınca Yuvası’nı ziyaret ederken yanımızdakinin sabah kahvaltısında ne yediği veya bizim o gün hangi kremi kullandığımız da Cage’in eserinin “kazara sesler”i gibi “kazara kokular” olarak katılıyorlar toplam deneyime. Koku almak nefesle eş, dolayısıyla kaçınılmaz; “kazara kokular” da öyleler.

Ahmet Yiğider, sanatsal üretim ve paylaşımlarının genelinde çok duyulu bir platformda var olmayı tercih ediyor. Bu hem birden fazla duyunun uyarılarının hem de duyuların kendi aralarındaki geçişkenliklerin işin içine dâhil olmasını sağlıyor. Bu bir tercih ve bu tercih sanatçının bazen bu duyulardan birisini başrole çıkartıp diğerlerini yardımcı rollere oturtmasıyla şekilleniyor. Bu da az önce bahsettiğim biricik olma halini kuvvetlendiriyor. 

Gezmeye başladığımız bu sergide “Baksı Kokusu” örneği gibi şişe içinde bir kokulu sıvı, ya da ortama difüze edilen incir, insan veya toprak kokularının yorumları yok. Karıncalar var. Niçin kokuyor karıncalar? Kokan sadece onlar değil; bütün canlılar kokuyorlar. Bazılarının kokularının algı eşiğimizin altında kalmaları kokuları olmadığı anlamına gelmiyor. Koku, bir kimyasal duyu. Duyular dışımızdaki dünyayla iletişim kurduğumuz araçlar. İnsan dışındaki canlılarda bize benzer evrimsel süreçler yaşanmayıp sözel iletişim kavramı oluşmadığı için diğer duyular, özellikle de kimyasal iletişim daha fazla önem kazanıyor, günlük deneyimler içinde diğer duyusal deneyim formlarına sayısal olarak çokluk sağlayabiliyor. Bu canlılar kimyasal iletişim üzerinden beslenebiliyor, genetik aktarım gerçekleştirebiliyor, alanlarını belirleyip uzamsal bir mülkiyet sahibi olabiliyorlar. Yaşamsal bir durum yani kimyasal iletişim, keyfe keder değil. 

Canlıların tekil olarak kendilerine özel bir bazal kokusu, bir biyokimlik belgeleri var. Bu kokulu belge genetik aktarımın gizli anahtarı oluyor, türler onu kullanarak hayatiyetlerini devam ettiriyor, tükenmiyorlar. Bu kimlik kokusunun üzerine duruma özel olarak iletilmek istenen mesajın kokusal ifadesi geliyor, bazal koku ile hemhâl oluyor. Bu nedenle bu yerleştirmede kokladığımız örnek birden fazla katman içeriyor. Karıncaların tekil kokusal ifadeleri, toplu kokusal ifadeleri, stres altında verdikleri kokulu mesajlar, dekompozisyon süreçlerinin koklanabilir gözlemleri hepsi bir araya geliyor ve bir toplam oluşturarak yuvanın etrafında en yoğun haline kavuşuyor. 

Bu bir parfüm aslında; bir canlı türünün nev’ine has, onun bazı koşullardaki halini koklama imkânı bulduğumuz bir parfüm. Her parfüm bir medyadır; kelimeler yerine uçucu moleküllerden oluşan bir medya. Gelin görün ki bu parfüm Ahmet Yiğider’in tercihiyle karıncalar veya karınca toplulukları arasında mesaj taşıyan bir medya olmanın ötesine geçiyor, karıncaları kokularıyla araç kılıp pek akla gelmeyecek bir şekilde insandan insana etkileşimli bir iletişim hattı oluşturuyor. 

Bunun ötesinde söylenecek her söz veya yazılacak olan her kelime de sanatçı ile izleyeni arasında her izleyene özel kurulmuş olan anlam bağı ile ilgili olduğundan bu sayfanın dışına, sergiyi gezene doğru taşıyor.