Saygun Dura'nın Art Column ile gerçekleştirdiği röportaj CerBlog'da.

Saygın Dura’nın beş yıl boyunca Van Gölü’nde gerçekleştirdiği çalışmaların izlerini taşıyan “Arada” sergisi, doğa ve insan arasındaki sınırları yeniden yorumlarken kaybolmak üzere olan ekosisteme kadrajını yöneltiyor. Bir tarafta inci kefalinin göç yolculuğunu ve nesli tükenmekte olan bu türün zorlu yaşam döngüsüne odaklanırken diğer taraftan Van Gölü’nün su altındaki sessiz mimarları, mikrobiyalitlerin heykelsi yapılarını güçlü metaforlarla fotoğraf karesine taşıyor. Sualtı fotoğrafı deyice ülkemizde akla gelen ilk isimlerden olan Saygun Dura röportajımız ile sizleri baş başa bırakıyoruz.
Röportaj: Ümmühan Kazanç

Sayın Saygun Dura, “ARADA” isimli serginiz 16 Şubat 2025 tarihine kadar CerModern’de devam ediyor. “Arada” seriniz beş yıl boyunca Van Gölü’nde gerçekleştirdiğiniz çalışmalarınızın bir ürünü. Bu çok ilginç ve sıra dışı serinin hikayesini sizden dinleyelim.
Sergime yer verdiğiniz için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Bu sergimi küçük ölçekli olarak İstanbul’da, Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde açmıştım ve sergi öncesi görüşmeye gittiğimde beş yıl sonrasına tarih vermişlerdi. Bu süre zarfında sadece bu konuyu çalıştım. Okyanuslarda hala insan eli değmemiş adaların bulunduğu sularda dalışlar yapma şansım oldu, bunları yaşayabildiğim için kendimi şanslı görüyorum ve mutluyum fakat bu sergideki çalışmalarım bana önemli bir şeyi hatırlattı, iyi fotoğrafların çok uzaklardan elde edilmesi gerekmiyormuş. Vangölü ve çevresindeki akarsularda çektiğim fotoğraflarım oldukça memnun kaldığım işlerimden oldu. Özellikle İnci Kefali göçünü çalışmak, başlarda bana oldukça güç geldi ve başaramayacağım hissine kapıldım. İlk gün çektiğim fotoğrafları otel odasında incelerken bir fotoğrafım dikkatimi çekti, en beğendiğim fotoğraflarımdan birine bakıyordum ve sabah tekrar o suya girmek için sabırsızlanıyordum. İleride bu fotoğrafım son edisyonlarına yaklaşana kadar özel koleksiyonlarda yer alacaktı. İnci Kefali göçünde yaşananları öğrendikçe doğaya hayranlığım ve saygım daha da arttı. Türün hayatta kalması, doğanın yeniden üretme, uyum sağlama ve gelişme yeteneğinin törensel bir eylemiydi.

Bu seride ana konu inci kefalinin göçü olsa da bir taraftan da insan göçüne de gönderme yapıyor değil mi?
Belgesel niteliğinde çalışan bir fotoğrafçı değilim, olayları sabırla ve titizlikle, görmek istediğim biçimde yorumlamaya çalıştım. Bu seride fotoğraflarıma kolaj gibi manipülasyonlar uygulamadan, çekildiği gibi tek kare olarak bitirdim. Kendi üslubumla, yorumumla bir sergi oluşturmaya çalıştım. Güncel bir insanlık dramı olan göç kavramını metaforik olarak sualtı fotoğraflarımla anlatmaya gayret ettim. İnsanların göçüyle ortak olan temalardan biri de yüksek risk alma eylemi, sergide yer alan fotoğraflarda balıkların adeta korku dolu bakışlarına da tanıklık edebilirsiniz. Aynı zamanda Vangölü ve çevresi Orta Asya’dan batıya giden göçmenlerin göç yolu üzerindedir.

Bu seri birçok kavramı aynı anda sunuyor. Bunlardan biri hem suyun yüzeyi hem de suyun altı aynı karelerde ustaca buluşuyor. Bu ilk kez denediğimiz bir yaklaşım mı?
Geçmişte başka serilerde de yarı sualtı fotoğraflarım olmuştu, bu sergimde suyun altındaki oluşumların dingin, tekinsiz ve fantastik bir dünyayı anımsatan manzaraları, suyun yüzeyine yakın gerçekleşen göçün dinamizmi ile bir tezat oluşturuyor. Işık kullanımı ve çekim teknikleriyle bu zıtlığı daha da vurgulamaya çalıştım.

Birde bu sergiye konu olan martılar var. Gerçekten çok çarpıcı fotoğraflar ortaya çıkmış martı ve balıkların hikayesini anlatan. Martılarla ilgili neler söylemek istersiniz?
Van Gölü çevresinde İnci Kefali’ni avlayan kuşlar Türkiye’de yaşayan 12 martı türünden biridir ve ayırt edici bazı özellikleri vardır. Bu martılar Ermenistan’daki Sevan Gölü ve Arpilich Gölü’nde de görülürler. Neyi çekmek istediğimi bilerek suya giriyordum ve göç esnasında saatlerce o fotoğrafın istediğim gibi oluşmasını bekliyordum. O kadar uzun aynı yerde kalınca, martılar beni bir kaya parçası zannedip başıma konuyorlardı. Ben iyi fotoğraf için, onlar da beslenmek için birlikte bekliyorduk. O kargaşada fotoğraf çekebilmek için kendimce teknikler geliştirmiştim, dikkatimi çekti, martılar da avlanırken bir yöntem izliyorlardı, hepimiz bir yol bulmuştuk.

Sergideki eserlerin ikinci kısmı ise, inci kefalinin doğal yaşam ortamı olan mikrobiyalitleri gösteriyor. Mikrobiyalitler nasıl bu seriye dahil oldu? Hayalet şehirleri andırıyorlar gerçekten.
Bir bilim insanı benim göç fotoğraflarımı görüp, bana bir iş teklif etti ve Vangölü’nü konu alan kitabının sualtı fotoğraflarını çekmemi istemişti. Sualtı jandarma timinin yardımları ve onların imkanlarıyla gölün birçok bölgesine birlikte dalışlar yaptık. Mikrobiyalitlerle ilk kez o zaman karşılaştım. Bu sürreal, mercan benzeri oluşumlar farklı bölgelerde farklı biçimler alıyorlar. Özellikle birkaç koyda gördüklerimden büyülendim. Suyun altında çekim yaparken kararımı vermiştim, sergimdeki göç kavramının ikinci bölümü olan terkedilmiş kentlerin duygusunu böylelikle hissettirebilirdim. Fotoğrafları sergimin küratörü olan sevgili Ergin Çavuşoğlu’na gönderdiğimde, bu oluşumların Max Ernst’in ‘Bilinçli Manzara’ (1942) adlı eseriyle benzerliğinden etkilenmişti. Adeta kayıp, başka bir uygarlıktan kalan yapılar gibiydi.

Su altında “Işık” yok. Fotoğrafın en önemli nesnesi de ışık. Bu “ışıksız ışık” sorununa çok özel bir çözüm ürettiğiniz fotoğraflarınızdan çok belli. Sanki bir sahne kurmuşsunuz, güçlü bir ışık kaynağı varmış gibi fotoğraflara imza atıyorsunuz. Sırrınız nedir?
Evet fotoğraflarımda ışığa özen gösterdim. Martılar ve balıklar arasında yaşanan dramatik sahnelere, gün batımı saatlerinin ışık duygusu daha uyumlu oluyordu, ayrıca bu loş atmosferde kendi ışıklarımı daha kontrollü kullanabiliyordum. Gün ışığı ve civardaki sokak lambalarından gelen ışıkların etkileri, fotoğraflarımda renk sapmalarına neden oluyordu fakat bu etkiler, kendi anlatım dilimde sonuçlarından memnun kaldığım tonları sağlıyordu. Sualtı fotoğrafçılığının standart ışık tekniği ile istediğim sonuçları alamıyordum. Düşlediğim fotoğrafları elde edebilmek için koşullara özgü farklı yöntemler kullanmak zorundaydım.

Fotoğrafçı olarak sizin bir diğer önemli özelliğiniz kurgu ve kolaj yapmıyor olmanız. Siz bu özelliğinizi nasıl anlatırsınız?
Geçmişteki bazı fotoğraflarım kurguydu, anlatmak istediğimi kendi oluşturduğum kompozisyonlarım, kendi ışığımla dile getirmek tercihimdi fakat bu projede bunu yapabilmem mümkün değildi. Sergimdeki işlerde fotoğraflarımın ruhuna uygun bir saatte suya girip, önce kompozisyonun arka planı oluşturarak, ardından zihnimdeki fotoğrafın hayali ışığını oluşturup, düşlediğim fotoğrafın gerçekleşmesini bekliyordum, bu sebeple fotoğraflarım kimi izleyiciler tarafından resim veya kolaj zannediliyor. Böyle çalışarak fotoğrafların stüdyoda çekilmiş gibi, kontrolün de fotoğrafçıda olduğu izlenimi veriliyordu.
“Su altında bilinç altı bilinç üstüne çıkıyor” diyorsunuz. Bu durum fotoğraflarınıza nasıl yansıyor?
Sualtının sessizliği, tekinsizliği ve yabancısı olduğumuz büyülü, gerçek üstü koşulları insanın algılarını farklılaştırır. Suyun altında bulunduğum zamanlar bu bambaşka dünyanın tesiriyle düşlerim ve düşüncelerimle tam olarak baş başa kalabiliyor ve odaklanabiliyorum. Sanki derinler, derinden hissetmeme neden oluyor. Suyun yüzeyine çıktığımda da arınmış gibi oluyorum.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Grafik Tasarım Bölümü Öğretim Üyesi Sayın Dilek Bektaş sizin çalışmalarınızı şu sözlerle anlatıyor: “Sürrealizm izleği üzerinden yapıtını oluşturan Saygun Dura, bir yandan bireyin günümüz dünyasındaki konumunu irdelerken, bir yandan da Max Ernest, René Magritte ve Salvador Dali gibi sanatçılara göndermeler yaparak, fotoğraflarına nostaljik bir boyut kazandırıyor.” Siz bu sözlere nasıl bir açıklama getirmek istersiniz? Fotoğrafta sürrealist yaklaşımı biraz açar mısınız?
Bu geçmişteki bir sergimdi, 4×5 inch film kullanarak ve dijital bir müdahalede bulunmadan elde ettiğim fotoğraflardan oluşan bir çalışmaydı. Ait olduğu ortamdan koparılan balığı yine bir metafor olarak kullandım ve bir bireyin yabancılaşması teması üzerinden sergiyi oluşturmuştum. Hazırladığım mizansenlerle de geçmişteki gerçeküstücü sanatçılara göndermelerde bulunuyordum.

Su altı fotoğrafçılığını biraz sizden dinlemek isteriz. Oldukça niş bir alan ve su fotoğrafçılığı deyince akla ilk gelen isimlerden birisiniz. Biraz ürkütücü, oldukça ilginç ve cesur bu fotoğraf tutkusunu sizden dinleyelim.
Su altı çok mutlu olduğum ve kendimi iyi hissettiğim bir ortam, suya yatkın olduğumu düşünüyorum. Ülkemizde sualtında ilk fotoğrafı çeken kişiden, günümüzde sualtı fotoğrafçılığına kadar uzanan, “Sualtına Işık Tutanlar” adlı bir projenin küratörlüğünü yapmıştım. Bu vesile ile öncü kuşaktan kişileri de tanıma fırsatım olmuştu. İlklerden olan Zareh Magar sualtı sevgisini, “insan suya girdiği zaman kendisini annesiyle kucaklaşır gibi hissediyor” diye tanımlıyordu. Sualtı sevdası fotoğrafla da birleşince bambaşka bir tutkuya dönüşüyor. Oldukça sınırlı sayıda olsa da bazı dalışlarımda fotoğraf makinasını yanıma almıyorum, fotoğraf çekmeden sadece suyun mutluluğunu biraz daha fazla yaşamak istiyorum fakat aklımın bir köşesinde, umarım sürpriz bir şeylerle karşılaşıp sonradan da pişman olmam düşüncesi hep oluyor.
Topkapı Sarayı’nın su altı yollarıyla ilgili İstanbul Teknik Üniversitesi’nin bir araştırmasında sizde fotoğrafçı olarak yer almışsınız. Sarayın altını dalış yaparak dolaşmışsınız. Sarayın altında gerçekten su yolları mı var? Neler gördünüz, neler fotoğrafladınız oralarda?
Benim için çok özel bir tecrübeydi, duygusu çok farklıydı. Bu projede, görmek istediğim gibi değil, özel bir yorum getirmeden çekmem gerekiyordu. Bu vazifemi yaptım fakat sonrasında kendim için de mizansenler hazırlayıp, o fotoğrafları da sergimde kullanmıştım. Su yolları klostrofobik ve dikkat edilmezse duvarlardaki tortuların görüşü tamamen yok ettiği ortamlardı.
Son olarak şunu soralım: Bir sonraki projeniz için hangi sulara açılıyorsunuz?
Sergilerimin gördüğü ilgiden mutlu oluyorum fakat bittiği zaman bir burukluk yaşıyorum, bu başıma gelmesin diye yeni sergi hazırlıklarına ihtiyacım oluyor, şimdiden zihnimde etkili iki konu belirdi. Uygulaması oldukça zor fakat düşüncesi iyi geliyor.